İnsan, çelişkiler zinciridir. Yıkımlar, depresif sorular, bitkinlikler ve ardından büyük bir kuvve ile beraber yeşeren; müthiş yükseliş. Bu kavranılması meşakkatli sanat eseri, yani tenakuzlardan ibaret insan yaşamı, yüce sanatkârın çizdiği estetik bir tablo olabilir; ancak bizler fırça darbelerinden yakınırız.
Eşyalar, arabalar, yoğun duman altında her sabah yaşama itilen insancıklar olaraktan, bunu, ne kadar da idrak edebilmekte zorlanırız, biliyorum. Bir yanımızı çepeçevre saran geçim kaygısı, iş ve bizatihi topluma dair tüm oluşlarımız, mekanik dünyanın post-modern insan yaratımına adapte eder bizleri. Artakalan, seçilmiş lâkin seçilmeye değer olmayan ruh halleridir.
Oysa, ansızın ikiler aleminden titreyen ikinci, ikircikli olmayan bir yol daha vardır: İnsanı ruhlardan müteşekkil, dingin, huzurlu ve altından ırmaklar akıyormuşçasına hoş, nadide bahçelere götürür. O an denilir ki “Madem ki yaşam çelişkilerden ibarettir, o halde her hâlin zıttı da vardır ve öyleyse ruhsuzluğun karşıtı, işte bu yoldur.” Her şeye başka gözlerle bakılan, kendisiyle bakışılan yüce yol.
Güneş, sabahleyin ilk ışıklarıyla üzerimizdeki gece örtüsünü kaldırırken, kuşlar cıvıl cıvıl, renkler hâki ve yeşile çalarken, mûkim olan insana, bu yolun varlığını salık verirler. Tüm olanların, tüm olacakların daha da berraklaşacağı bir yolculukla, belki de içsel olan, yüreğe doğru yapılan bir hicretle, yol, kendi kendini gösterir ve kendinin şahitliğini üstlenir, bizler için.
Kimileri bu yolculuğa din diyor, öze dönüş yahut bengi dönüş. Her kelime, her idrakın sınırları dahilinde yaklaşmaya çalışır ona; feylesoflar tarafınca tartışılır ama bilinir ki onun hikmeti, sunduğu nimet, hiçbir insan dili ile kavranamaz, anlatılamazdır. Asıl soru, sen, insan olaraktan ne diyorsun, neyi diliyorsun; mühim olanın bu olduğunu kabul edercesine?