Tarih kitaplarının sayfalarında dolaşırken, rahat koltuklarımızda savunduğumuz ve dünyayı onlarla değiştirebileceğimize inandığımız fikirlerimizin, ne kadar da yersiz olduğuna şahit oluyoruz. Kıyımlar, idamlar, savaşlar ve yengilerle dolu insanlık tarihi, her halükârda, bitmek bilmez bir acziyetin, tüm varlığımızı nasıl da esir aldığını ve ne kadar ütopik hayallere sahip bulunsak da, nihayetinde acınası olduğumuzu hatırlatan sert bir tokat mahiyetinde sanki.
Önce eziliyoruz, acı çekiyoruz ve ardından acıyla yakarıyoruz. Umuttan, iyi, güzel ve cennetvari bir dünya temennisinden bahsediyor, savaşıyor ve belki de kazanıyoruz. Lâkin biliyoruz ki, her devrim önce kendi evlatlarını yiyor. Bir vakitler bizler için umut timsali olan mesihlerimiz, gücü ele geçirdiklerinde, ilk olarak bizlere zulmediyor çünkü.
İnsan, bu bitmek bilmez tarihsel döngüyü kırabilen, belki üç, belki de beş şahsiyetin ışığının altına sığınmak, umudunu her daim diri tutacak bir kudrete erişmek arzusuyla ya peygamberlere ya da adilane yüreklere ısınıyor ve onların gölgesinde ferahlayabiliyor yalnızca. Ancak hakikat her daim, hatırlanmak istenmeyen türden, tam da karşımızda dikiliyor: İnsan, muktedir değildir.
Yani insan, ne kadar da iyiliği, temizliği ve doğruluğu arzu da etse, bunun için savaşmak, kan dökmek ve gerektiğinde merhametsizce davranmak ve her an hata yapabileceğinin idrakında olmak zorundadır. Çünkü ne insanın ruhu, ne de yaşadığımız dünya, güllük gülistanlık bir cennet bahçesi değil, olamaz da.
Vesselam.