Söz konusu başlığı dikkatlice düşündüğümüzde, başlangıçta, akla gelebilecek her türlü sorunun cevaplanmasının gerekliliği göz önüne çıkacaktır. Çünkü bu başlık, temelinde içerdiği birkaç postulatı barındırmakta ve bu postulatlar neticesinde anlam kazanmaktadır.
İlk olarak, başlık hakkında söylenmesi ve düşünülmesi gereken mesele, başlığın, felsefeyi barındırdığını ancak onu tanımlamayarak, felsefenin ne olduğuna dair sorularımızı cevapsız bıraktığını; lâkin felsefe hakkında net bir tanım üzerinden temellendiğini iddia ettiğini de bizlere işaret ederek, onun tanımına hali hazırda erişmiş olmamız gerektiğini ve ardından ruhlarımız üzerindeki etkisinin de düşünülmeye değer olduğunu ifade ettiğidir.
Dolaysıyla, okurun ve benim, tam da bu noktada ilk postulat hakkında sormak zorunda kaldığımız birinci soru, felsefe nedir, sorusudur. Bu soruyu, yazıyı yazan kişi olaraktan şöyle de sorabilirim: Yazar, atmış olduğu başlıktaki gizlenmiş felsefe tanımını nasıl yapmaktadır?
Bu noktada, bizler Descartes’in, kartezyen felsefesinde izah ettiği yöntemleri izleyerek, herkesçe kabul görmüş en doğru felsefe tanımına ulaşmaktan ziyade, ulaşacağımız tanımın subjektivite özelliğini barındırdığını da göz ardı etmemek şartıyla, yazarın felsefe etkinliğinden ne anladığına ve onu nasıl tanımladığına yoğunlaşarak bazı fikirler edineceğiz.
Felsefe Nedir?
Doğrusu, felsefe üzerine düşünmeye başladığımız zaman, onu tanımlayan yani onun hakkında düşünen öznenin a priori kabuller çerçevesinde onu anlayabildiğini; tıpkı diğer nesneler ve şeyler üzerine düşünürken yapıldığı şekliyle, insan zihnindeki bu ön kabuller olmadan, varlığa hiçbir anlam atfedemediğimizi kabul etmek zorundayız.
Misalen, bir ağacın şekli ve şemalini göz önünde bulundurarak onu tanımlamaya çalışan bir kimsenin, zihninde hali hazırda mevcut bulunan birtakım düşünce ilkeleri üzerinden hareket ettiğini görüyoruz. Bu düşünce ilkeleri, özellikle Kant’ta karşımıza çıkar; bunlar, insanın dünyayı anlamlandırmağa çalışırken faydalandığı, nesneleri ve şeyleri sistematize ederek daha anlaşılır kılmaya çalıştığı ilkelerdir. Sırasıyla, tümevarım, tümdengelim, maddi sebep (nedensellik), zaman ve mekân olarak ifade edebileceğimiz bu ilkeler, algıladığımız her şeyi sistematize etmek maksadıyla faydalandığımız zihinsel sınırlarımızdır.
Bizler, bir ağacı gördüğümüz zaman, onun mekânına, zamanına, oluşumuna sebebiyet veren nesnel olaylara, onun en ufak özelliklerine ve tümel yapısına yorumlar getirerek, onu izah eder ve kendimiz için anlaşılır kılarız. Bu noktada, okurun aklına şu soruyu getirtmek isterim: Eğer varlığın anlamlandırılmasını, kendi zihinsel faaliyetlerimiz çerçevesinde, onlara, yani varlığa yorumlar getirerek yapıyorsak, hakkında yorumlamalarda bulunduğumuz o varlığın saf yapısını, yani tözünü hakikatte bilemeyeceğimizi düşünmek durumunda kalmaz mıyız? Neticede bizler, varlığın anlamlandırıcısı olma görevini üstleniyoruz ancak bunu, kendi sınırlı kabiliyetlerimizle gerçekleştiriyoruz. Böylelikle, onların asıl doğalarını görmekten ziyade, onlar hakkında görebildiğimiz ve algılayabildiğimiz ölçüde izahat yapabiliyoruz.
Dolaysıyla, tüm tanımlamalarımız, insanı her şeyin ölçütüne koyan tanımlamalar olmak durumunda kalıyor. İnsanın, yanılabilirliği, algılarının güvensizliği, düşünme yapısındaki çarpıklıklar da göz önünde bulundurulduğu zaman, bizlerin, kendi anlam dünyalarımızı inşaa ettiğimizi ve nihayetinde de onları biz inşa ettiğimiz için, anlam dünyalarımızın yıkılmaya elverişli cevaplardan ibaret olduklarını da söylemek durumundayız.
Tam da bu noktada, yazıyı yazarken kullanılan yöntemin, doğrusu biraz da Sokratik yöntem de denilebilir, yazarın felsefe hakkındaki yorumuna işaret ettiğini de görmeliyiz. Ancak, daha anlaşılabilir olması için yine de sarih ifadeler kullanmak ve açıklayıcı olmak gereklidir.
Yazar, felsefenin, varlığın veya şeylerin sorgulanması hakkındaki düşünsel yöntemleri ve sorgulamalar neticesinde de ortaya çıkan cevapları ihtiva eden bir bilgi birikimi olduğunu söylemekle kalmaz, bizatihi, felsefenin, özneden, kendi kendini de sorgulamasını talep eden ve cevaplardan hiçbir zaman emin olunmaması gerektiğini söyleyen bir düşünsel etkinlik olduğunu ekler.
Dolaysıyla, asıl çarpıcı olanı, felsefenin de kendi kendini tanımladığı gerçeği üzerinden hareketle, tanımın kendisinin de yüzde yüz doğru olmadığı ve her zaman sorgulanmaya açık olduğudur. Yani felsefe, hem kendini tanımlayan hem de tanımı geçersiz kılan bir kavram olmak durumunda kalmaktadır.
Bu noktada, yazarın başlıkta belirttiği üzere felsefenin ilk ve acı verici, öldürücü etkisini açıklamak yerinde olacaktır: Mademki bizler felsefi sorgulamalar neticesinde hayatlarımızı anlamlandırmağa ve açıklamaya çabalıyor ve nihayetinde de bulduğumuz cevaplar sayesinde tatminkâr hissediyorsak; kendi kendini temellendiren ve bir o kadar da yalanlayan felsefe sayesinde bunları yapabiliyorsak, sahiden inandığımız ve kabul ettiğimiz tüm açıklamaların yüzde yüz doğru olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?