Hayat memat meseleleri, yeni bir iş, yeni heyecanlar derken yoğun günlerde buldum kendimi. Bu yüzden, birkaç gün oldu yazmayalı. Ama nereye gidersem gideyim, beni takip eden, ruhumla hoşbeş eden içsel bir sesim var; susmuyor, beni tahrik ediyor. Yaz, üret, sadrına şifa kelimeler sendedir, diyor o ses. Ve benim en azından birkaç cümleden de ibaret olsa, yazasım, konuşasım geliyor; nihayetinde kendimi, yanı başımda şehir manzaralarıyla, yazı masamda otururken buluyorum.
Esasında, hakkında konuşabileceğim çok şey var. Susabileceğim de. Belki en çok sustuklarımdan ileri geliyor ki inceden bir düşünme payı bırakıyorum kendime yazarken. Yahut düşüncelerimden ziyade, duygularımı aktarıyorum. Beni bana götüren, benden filizlenen yazılar yazmayı, işte bundan dolayı seviyorum. Çünkü mesele, anlatmak değil de anlamak oluyor çoğu zaman. Kendimi anlamak.
İnsan, herkesi anlıyor da kendisini anlayamıyor bir türlü. Herkes hakkında fikir sahibi olabiliyor da kendisi hakkında, esaslı, dosdoğru fikirlere sahip bulunmayı pek istemiyor. Nasıl istesin? Nasıl hatalarıyla, yanlışlarıyla ve pişmanlıklarıyla hakikaten, yürekten yüzleşmeyi kabullenebilsin ki sahiden? Öyleyse diyorum kendime, anlatmak için değil, kendini anlamak için yazmalısın. Neticede yaşam, nereye gidersek gidelim, bizzat kendimize döndüğümüz büyük bir döngüden ibaret değil mi? Bir nevi, öze dönüş yahut bengi dönüş.
İşte herkes gibi, yaşamaktan da benim payıma düşen, belki beyhude, belki de elzem olan çaba budur: Kendimi anlamak. Olsun, varsın olsun ben, kendi döngümde debelenirken, bitmek üzere olan hüzünlü bir senenin eşliğinde, yeni umutlara, yeni anılara ve belki de huzura yürürken, aceleyle de olsa bir bakayım kendime. Çünkü biliyorum ki hayatın beni alıp koymak istediği yer her neresiyse, orada bulunacak olan, yaşayacak ve keskin havayı soluyacak olan da benim. Öyleyse, ışıkları söndürüp, karanlıkta kaldığım zamanlarda da, kendimi bilmeli, yaşamalı ve diri diri yanmalıyım.
Sabırla ve duayla.