Ne için yaşadığımız, ne adına öleceğimizi de belirliyor. Sahi, insan denilen varlığın ansızın, tüm gündelik koşuşturmalarını bir kenara bırakarak, sessiz ve mavi göğün doruklarında düşünmesi, ne için, neden yaşıyorum sorularının cevabını kendince bulması gerek. Zor ve fazlasıyla meşakkatli bu sualler denizine dalmak, ne kazandıracaktır insana, bilemiyorum. Ancak kaybettirmeyeceği aşikâr.
Bizlere hayatımızı, belirli koşullar altında kendimizi güvenceye aldıktan sonra, evlenip, çoluk çocuğa karışarak nihayete erdirmemiz gerektiği öğretildi. Bu sebeple, hayatımızın her evresinde bu nihai amaç uğruna, başkalarınca kurgulanmış bir oyunu oynamamız gerektiğine inanıyoruz. Farkında olmadan sürdürdüğümüz bir mahkûmluk hali, ne acı.
Oysa ki çoğu zaman mahkûmiyetimizi, ellerimizdeki gücün farkında olmadığımız için sürdürürüz. Nedir bu güç? Bir gece ansızın yaşantımızı kökten değiştirebilecek bir kararın bizi celb edebilmesi veya ruhumuzun, ışıklardan ibaret, içlerinde kuşlar şavkıyan bahçelerde süzülebilmesi mi yoksa? Belki de hepsi, belki de hiçbiri.
Böylesi dinginliğin, korkulardan arınmış ruhlara sunulduğunu hepimiz biliyoruz. Zaten sırf güvence maksadıyla, bir zindanda yaşamayı da tercih etmiyor muyuz? Pekala. Ansızın, bu gece bir şimşek çaksa zihnimizde ve kendimize, yalnızca “ben” denilene yönelsek eğer, korkuyla sığındığımız her ihtiyacın anlamını sorgulasak, çok basit bir soru eşliğinde yapsak bunu, sabaha uyanacak olan kişi yine biz olabilir miyiz? Zannetmiyorum.
Yüzleşmekten kaçındıklarımız, içimizdeki acılar; onlara ufak, belki de çok ufak bir şans vermeyi başardığımız zaman; bizleri yeniden inşa edecek o gücü sunacaklar. Her şeyin düzelebilmesi için her şeyin yok olmasının gerekliliğini ispat edercesine; görmekten imtina ettiğimiz asıl benliklerimizle bizi karşı karşıya getirecekler, sessizce, acıyla.
Sonrası, muhayyel ve berrak ışıklar.