Musa’nın Yumruğunda Hikmet Vardır

Eski Yunan filozoflarının ortaklaşa sorguladığı temel kavram: varlık. Öyle geniş bir sorgulama ki varlığın, nasıl var olabildiğinden tutun da kişiyi, insanın ve tüm mahlukâtın fiziksel ön kabullerini sorgulamaya itecek kadar derin manalara sahip. Bu sorgulama, dünya tarihinde öyle büyük sonuçlara sebebiyet vermiş ki bugün içinde yaşadığımız dünyada hali hazırdaki ideolocyaların, dini bakış açılarının ve bizatihi insanın yerküredeki kıymeti konusunda bambaşka fikirlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Konunun felsefi teferruatına pek değinmeden, yalnızca iki ayrı başlık altında incelemek gerekirse eğer bilinmesi gereken temel mesele şudur: kimileri, var olan gerçek varlıkların anlamını, şeklini ve daha temelde bilgisini asla tam anlamıyla bilemeyiz diye düşünüyorken; kimileri de bunların bilgisine akıl ve bilim yoluyla erişebileceğimizi söyler.

Modern çağın çocukları, yani bizler, bu iki zıt düşüncenin, esasında birbirini tamamlayacak olan bu iki fikrin arasında sıkışıp kalmış bir vaziyetteyiz. Çünkü iyi biliyoruz ki gerçeklik hakkındaki algılarımız, ruhsal dünyamızı ve kendimize bakış açımızı kökten etkiliyor. Misalen, gerçeğin bilgisine erişilemediğini düşünerek Nihilist olabileceğimiz gibi tam aksini düşünüp, varlıklardan yola çıkarak ruhsal dünyamızı bambaşka bir perspektifte inşa edebiliriz. Neticede, yaşamın belki de bir Matrix senaryosundan ibaret olduğunu düşünen bir insanla, gördüklerimizin ve varlığımızın daha nesnel bir anlamı olduğuna inanan insan, aynı şeyleri hissetmez ve dolayısıyla aynı şeylere inanmazlar.

Rene Descartes (1596-1650)

Bu içinden çıkılmaz ve yorucu tartışmaya katılan Rene Descartes “Düşünüyorum, o halde varım” diyerek, insan denilen varlığın en azından gerçekte var olduğunu söylemiş ve bugünün modern biliminin temelini sağlam bir şekilde atmıştır. Lâkin, olayın sorgulanan kısmı büyük oranda neticeye varmış gibi gözükse de sorgulamanın etkisinin hala sürdüğüne şahit oluyoruz. Çünkü varılan netice, modern bilimi ne kadar desteklediyse, bilim de bir o kadar insanı ve varlığı metalaştırdı ve nihayetinde, aşırılığı arzulayan insanoğlu, günahlar defterine yeni bir suç ekledi: var olanın putlaştırılması.

Ben, dünyayı bir yanılgılar deryası olarak görüyorum. Hele ki söz konusu, bir fikrin kaskatı biçimde kesin kabul edilmesi, yani fikirde aşırılık olunca. Öyleyse, bu gidişattan yola çıkarak şu soruları sormaya hakkımız bulunduğuna inanıyorum: Sahiden de yalnızca dışsal dünyada gördüğümüz varlıklar üzerinden yola çıkarak, hayatı ve insanı anlamaya çalışmak ne kadar doğrudur? Tüm sorularımızın nihai cevaplarına, gerçek varlıkları deney ve gözlem yoluyla inceleyerek ulaşmamız gerçekten mümkün müdür? Yahut sormamız gereken soruları, bizi tatmin edemeyen cevaplar uğruna bir kenara mı koymamız gerekliydi?

Yazımın tam bu kısmına, insanı, diğer tüm maddi varlıklar ile aynı kefeye koyanlara ithafen, Aliya İzzetbegoviç’in beni de derinden etkileyen şu mealdeki sorusunu da bırakmak istiyorum: “İlkel insan, evrimleşme neticesinde avcılık ve toplayıcılık yaparak hayatını sürdürüp, karnını doyuruyor, barınacak güvenli bir yer buluyor ve rahata erdiğini hissediyorken, ne oluyordu da gözlerini göğe çevirerek ‘Ben, neden buradayım?‘ sorusuyla meşgul oluyordu?” İzzetbegoviç, henüz akli melekeleri bile tam olarak gelişmemiş bu ilkel insanın, bu soruyu sorduğunun kanıtı olarak, yüzyıllar önceki atalarımızın mağara duvarlarına çizdikleri resimleri, dünyayı daha eğlenceli kılabilmek için insanoğlunun ürettiği “oyun kültürü” araştırmalarını ve henüz ilk insanlarda rastladığımız kültürel ve dinsel eğilimleri gösteriyordu. Kısacası o, insanın bu dünyaya kendisini ne kadar yabancı hissettiğini ve bunda da sorgulanması gereken büyük bir mesele olduğunu anlatmak derdindeydi.

Zannediyorum ki her ne kadar bu hakikati inkâr da etsek yahut görmezden de gelsek hepimiz istemsizce bununla yüzleşiyoruz ve şunu söylüyoruz: “Burası, bizim evimiz değil.” İşte, tam da bu noktada, henüz yukarıda anlattıklarımdan yola çıkarak, bizler ne yapmalıyız , diye sorguladığım zaman, kendimi şu cevabı ve soruları düşünürken buluyorum:

Evet, belki modern teknolojinin imkânlarından yola çıkarak, gerçek varlıkların zerrelerini bile anlayabilecek güce eriştik; göğün sırlarına vâkıf olabilecek kadar ileri düzey çalışmalara imza attık, ancak hakikatte bizler, bir şeylerin öz manasını kavramaktan ziyade, dışsal görünüşleri ve nedenleri anlayabildik. Hiç şüphesiz, bu arayış ne kadar da etkileyici olursa olsun, yine de gönlümüzdeki eksik tarafı doyurmuyor ve hangi çağda yaşıyor olursak olalım, gözlerimizi göğe çevirerek “Ben, neden buradayım?” sorusuyla iştigal ediyoruz. O halde, benim bu soruyu sorabiliyor olmamdaki hikmet, benim daha farklı hakikatleri idrak edebileceğimin de göstergesi değil midir? Bana bu soruyu sorduran güç yahut arzu, beni bir makine olarak tanımlayan modern kültüre rağmen, nasıl içimde yeşerdi ve zihnimin kıvrımlarında beni rahatsız eder hale geldi?

Ben, bana anlatıldığı gibi salt bir maddeden, atomlardan yahut tesadüf eseri hareketlenerek oluşan kimyevi parçacıkların toplamından mı ibaretim yalnızca? İçimde bir oyuk gibi açılmış, tüm fiziksel varlığımı anlamsız kılan o manevi boşluğun sebebi her ne ise, beni kendisine böyle çekiyorken, neden, neden yalnıca maddenin tanımına kendimi sığdıracağım?

Hayır. Bizatihi ben bir insanım. Hayvan olmak istemeyen, tek hayvan. Lâkin, Adem’i ruhuma indiren, hikmetini ilim ve ilham yoluyla bana bildiren yüce bir gücün eseri, O’nun bilmecesiyim. Bu mahut dünya, bilinen ve bilinemeyen şeyler ile meşgul oladursun, madem ki her anlam benim zihnimden tohumlanıyor; o halde ben, varlığımı böylesine hissediyorken, varlığımın ardındaki anlamları bana sorgulatanın hikmetini, çoğunluğun, ileri gelenlerin ve kendilerine akıl sahipleri diyenlerin fikirleriyle yok sayamam, saymamalıyım. Tıpkı peygamber Musa’nın attığı yumruğun korkunç neticesi ve ardından yaşadığı pişmanlık misali, benim de fiziksel varlığımın ardındaki maneviyat, kaçınılmaz olarak ikiliği, velakin ikilik ardındaki birliği bana haber vermektedir.

Özetle demek istiyorum ki, varlık hakkında ne kadar da tartışma yapılırsa yapılsın, kimileri araştırma yollarıyla insanı ve yaşamı daha iyi ve hatta en iyi anlayabildiğimizi ispat etmeye çalışsın; neticede insan, tüm arayışına rağmen yeniden ruhuna dönüyor, kendini yalnızca iç alemini temaşa ederek anlamak gayretine girişiyor. Çünkü bilmekteyiz ki metafizik hakikatleri yalnızca metafizik varlıklara işaret ederek anlamlandırabiliyor ve anlayabiliyoruz.

Şimdilik, vesselam.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s